Single Blog

Okulda Öğrendiğim En Önemli Şey, En Önemli Şeylerin Okulda Öğretilmediği Oldu…

Okulda, mitokondrilerin hücrenin güç merkezi olduğunu öğrendik. Kristof Kolomb’un 1493’de Amerika’yı keşfettiğini de…. Ama nasıl iletişim kuracağımızı veya duygularımızı nasıl yöneteceğimizi öğrenmemiş olduğumuz kesin!

Baby Boomers kuşağını son dönemeçte yakalamış birisi olarak, niceliksel yerine niteliksel değerlere odaklı, bireysel rekabeti teşvik eden bir eğitim yaklaşımıyla yetiştirildim. Muhtemelen siz de… Ezber, not ortalaması, devamlılık, ödev ve disiplin odaklı eğitim sistemimiz, aslında öğretmenlerimizin bize dair pek çok duygusal veriyi gözden kaçırması anlamına geldi. Bizde ise öğrenmenin belirli zamanlara, belirli yerlere sıkışacağı ve çoğunlukla öğretmenler yardımıyla olacağı inancını yarattı.

Okulda notları ve öğretmenleri yönetmeye çalışıp bir yandan da ergen olmanın zorluk ve karmaşıklıklarını yaşarken, her çeşit ilişkiyi de el yordamıyla daha iyi kılabilmek için kapasitelerimiz ölçüsünde çaba harcadık. Zaman zaman özgüvenimizi kaybederek, belli alanlarda çok yorularak var olmaya çalışıyorduk. Lise bitti, üniversite başladı. O değişiklikle, bazı alanlarda özgürleştikse de, pek çoğumuz için üniversite hala bir okuldu – bize hayata dair bir formasyon kazandıracak bir kurum olmaktan ziyade, meslek sahibi olmak için oradaydık sanki…Ve değerlerini sonradan fazlasıyla anladığımız kıymetli hocalarımızla ilişkilerimiz bir çoğumuz için halen fonksiyonel seviyede ilerliyordu.

Derken, okullar bitti…. Hayat başladı. Bizim nesil için işe girmek, mutluluk aramakla değil, kendimizi ispat etmek, para kazanmak ve sonuç almakla ilgiliydi. Ne hayallerimizin farkındaydık ne de onların peşinden gitmek diye bir kavramın…

Rekabetin yoğun olduğu ve son derece performans yönelimli uluslararası şirketlerde çalışan bir kadın olarak, zaman içinde kariyer odağım arttı. Bir noktada, dişil enerji olarak tanımlayabileceğim şefkat, sevecenlik, yumuşaklık gibi özelliklerimin de neredeyse saklanması gereken şeyler olduğu kanaatine kapılmış olmalıyım. ‘Duygusallıklar’ görülmemeli, sadece hedefe kilitli olunmalıydı. Buna literatürde ‘kraliçe arı’ sendromu deniyor (tabii, o zaman bu terimi de, anlamını da bilmiyordum). Performans peşinde koşuyorken, en kısa sürede en büyük verimi almak için zaman zaman insanları görmeden, zaman zaman da kabul görmek için, kendimi önemsemeden ilerledim. Bunun içine, merhaba demeden iş istemek de girdi, çatışma çıkmasın ya da sivrilik olmasın diye sessiz kalmak da…

İşte bu aşamalar hayatın gerçeği ile yüzleştiğim ‘gerçeklik anları’ oldu. Kendi gözlüklerimle bakarak pek çok yargılama yaptığımı hatırlıyorum: Diğerleri benim hızımda değil, eğitimleri yeterli olmayabilir, çok hırçınlar, dediklerimi anlamıyorlar… Hedef performans olunca, sürat onun öncelikli bir fonksiyonu oldu. İşe bu odakla bakınca, ortaya bir ikilem çıkıyordu: İnsanlarla ve takımla iyi ilişkiler kurar, onların farkında olup uyarlamalar yapar ama geç kalırsanız, ‘geride kalmış’’ ve ‘başarısız’ oluyordunuz. Zaman tasarrufunu insan ilişkilerinde yapmaya kalkışınca ise, onların katkısını ve desteğini alamıyordunuz… Ya biri ya diğeri ikileminden oluşan bu çıkmaz sokakta o kadar çaba harcayıp yoruluyordum ki, bu sefer de, bir sonraki toplantıda yorgun düşüp, umudumu kaybedip artık konuşmamaya başlıyordum.

Kişisel kariyerimde beklediğim adımları atmıştım. Hayalimdeki işteydim. Gene de, sürdürülebilirliği zor bu ortamda ne benim sesim duyulabiliyordu, ne de onlarınki… Sorunu ilk, bir toplantı odasında, sessizliğimi bu şekilde resmederek fark ettim.

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Daha sonraki aşamalarda devreye evlilik, çoluk-çocuk, aile ilişkileri girdi. Bunların hepsi, bir fark ettim ki, İLİŞKİ’ ile ilgiliydi. Matematiği, coğrafyayı, fiziği ne kadar bildiğimin günlük hayatın akışı içinde pek bir önemi kalmadı. Bu arada teknoloji de gelişiyor ve iletişimin yöntemleri daha karmaşık aşamalara geçiyordu. Ve performans odaklı şirketimde bana konulan hedefler, hayatın akışı içinde geçerliğini kaybediyordu.

Kızımın doğumunun hemen akabinde seçimimi, annelikten ve yarı zamanlı çalışmaktan yana yaptım. ‘Hayatta Neye Odaklanırsanız, O Olursunuz’ diyoruz ya… Benim hayatım bu tip öykülerle doludur. Daha önce birlikte çalıştığım bir şirketten gelen teklifle yönüm değişti ve Kişisel Gelişim, Bireylerarası İlişkiler, Liderlik gibi bambaşka bir alana kaydım. Daha etkili sonuçlara ulaşabilmek için daha etkili iletişim kurmayı ön plana çıkarıyor, hem bireylerde hem de kurumlarda bu kavramların yerleştirilmesine odaklanıyorduk. ‘Esneklik ve ‘Duygusal Zeka ile ilgili yetkinliklerin hayata katılması gibi bir sürecin parçası oldum; ve aileden işe, çocuk büyütmekten sokaktaki bakkala kadar her yerde esas performansı getirip, etkiyi yaratan şeyin esneklik ve EQ olduğunu gördüm.

Yeni tanışmış olduğum iş tatminikavramı bildiklerimden farklıydı. İş tatmini, sadece ‘sonuç almakla’ ilgili değil, mutlu olmak ve etki yaratmakla da ilgiliydi. Bu arada, içinde EQ kelimesinin geçtiği kitaplar, raflarda giderek üst sıralara tırmanıyordu.

Rekabetin olduğu bir dünyada var olabilmek için, odağımı bir şekilde ilişkilerden almış, sonuçlara yönlendirmiştim. Gençlik ve deneyimsizlikle de ilgili olsa gerek, ya biri ya diğeri olmalı gibi geliyordu. Çocuk yetiştirirken yarına bir hedef koymanın, anlamlı olsa da yeterli olmadığını kavramamla birlikte, hayattaki başarının tek seferlik sonuçlardan ziyade, sürdürülebilir bir süreçle – yolun ve yolculuğun kendisiyle ilgili olduğunu düşünmeye başladım.

Anladım ki, hayat aslında bir ekip işi!

Ve ben üniversiteden mezun olalı neredeyse 10 yıl oluyordu…

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

HEPİMİZ TEK KANATLI MELEKLERİZ; YALNIZCA BİRBİRİMİZE SARILARAK UÇABİLİRİZ

Luciano de Crescenzo

Herkes bir biyolog veya mühendis olmak için büyümüyor. Ancak her ne yaparsak yapalım hayatımızda daha yüksek seviyede tatmin, memnuniyet ve başarıya ulaşırken daha az gerilim yaşayabilmemiz için öğrenmemiz gerekenler var. Öğrenmeye kendimizden başlamamız gerekiyor: mesela düşünce, tepki ve davranışlarımız birbiriyle her zaman ilişkili… mesela algılarımız hayatımızı yönetiyor ve çoğu zaman da hayatımızda hep tekrar eden sonuçları yaratıyor… mesela içimizde var olan sesler, bize hep bir şeyler söylüyorlar ve çoğu kere de bizi ya eleştiriyor ya da yetinmeyip daha fazlasını istiyorlar…

Okulda bize öğretilen matematik, İngilizce, kimya, fiziğe ek olarak, keşke bize bireylerarası ilişkilerin önemine dair istikrarlı bir eğitim de verilseymiş…  Kendini ve dünyayı merak etmenin, her türlü öğrenme ve gelişimin öncüsü olduğu, ezberlemek yerine sorular sormamızın hem kendimize hem de dünyaya daha fazla katma değer yaratacağını gösterselermiş…  Durumu kurtarmak niyetiyle nezaketle ‘davranmak’ gibi geçici uyarlamalar yerine, önce kendi duygularımızın sonrasında da başkalarının duygu ve durumlarının farkına varıp, empati gösterebilmek gibi sosyal-duygusal becerilerle destekleyebilselermiş.

Trigonometriyi öğrenirken bazılarımızın sınıfta sorduğu ‘Bu ne işimize yarayacak hocam?’ sorusu ile öğretmenlerimiz yerlerinden fırlarlardı. Burada ise yanıtını bize hayatın gösterdiği bu bilgi ile karşı karşıyayız… Duygusal Zeka, ‘keşke’ leri yaşamamak için önemli bir araç ve üstat Daniel Goleman’ın söylediği gibi, IQ en iyi ihtimalle yaşam başarımızın % 20’sini oluşturuyor. Geri kalan bölümü dengeleyen ise motivasyon, azim ve kendini yönetmek gibi beceriler. Üstelik EQ, istenirse öğrenilebiliyorJ

Öyleyse ‘keşke’ yerine, ‘madem’ kelimesini koyarak, Duygusal Zeka ile ilişkimizi şimdi kurgulamaya başlayabiliriz.

Madem yalnızca birbirimize sarılarak uçabileceğimize dair bilgileri ilk gençliğimizde kaçırdık, o zaman Duygusal Zeka ile tanışmanın ve geleceğimize şimdiden yatırım yapmanın tam zamanı olabilir. Üstelik de tam da bu korona günlerinde, kozalarımızın içinde kendimizle baş başayken…

https://www.linkedin.com/pulse/okulda-%25C3%25B6%25C4%259Frendi%25C4%259Fim-en-%25C3%25B6nemli-%25C5%259Fey-%25C5%259Feylerin-oldu-bur%25C3%25A7in-karamercan

Comments (0)